Psödogen ve %98'lik İnsan-Şempanze Benzerliği Efsanesi..
Evrimciler, psödogenlerin yanlışlıkla kopyalanmış çalışmayan genler olduklarını ve bunların üreme hücreleri yoluyla nesilden nesile aktarıldıklarını iddia ederler.
Gereksiz kopyalama hataları olduklarını iddia ettikleri bu rastgele kopyaların farklı iki canlı türünde aynı şekilde ve aynı yerde görülmesinin imkansız olduğundan dolayı bu benzerliğin tek izahının; bu farklı türlerin ortak atalarında görülüp nesilden nesile aktarılması olduğunu savunurlar.
Ancak yaptıkları ilk hata; bu genlerin işlevsiz kopyalama yanlışlığı ürünü olduğunu zannetmeleri.
Evrimciler psödogenlerin de içinde bulunduğu protein kodlamayan ve vücudumuzun neredeyse %98’ini oluşturan genlere Hurda veya çöp DNA (Junk DNA) derler.
Oysa bunun 1970’li yıllardan kalma demode bir yanılgı olduğu bilimsel gelişmeler görüldükçe ispatlandı.
Organizmada bir görevleri olmadıklarını düşündükleri için bunlara hurda DNA ve psödogen yani sahte gen isimlerini verdiler.
Ancak bilimsel ilerlemeler oldukça diğer bilimsel yanlışların düzeltildiği gibi bu kabulün de bir gün yanlışlanabileceğini hesaba katmadılar.
Hâla devam eden dinamik bilimsel ilerleme sürecinde her geçen gün yeni keşiflerle bu Hurda DNA ve psödogen efsanesi yeni bir darbe almakta ve yepyeni bir psödogen/hurda DNA işlevi kanıtlanmaktadır.
Bu genlerin canlılarda bi kopyalama hatası neticesi görülen rastgele lüzumsuz hurdalar değil hayati öneme sahip işlevleri olan genler olduklarına dair çok fazla kanıt var, biz sadece birkaçına değinelim:
🔹 Drosophila melanogaster yani meyve sineğinde D1 ve farede HMGA1 proteinleri işe yaramaz zannedilen uydu DNA’ları bağlarlar.
Meyve sineğinden D1 proteini çıkarıldığında araştırmacılar; sperm veya yumurta hücresi geliştiren kök hücrelerin ölmeye başladıklarını fark etti.
Eğer D1 proteini uydu DNA’yı bir arada tutamasaydı, hücre tam bir çekirdek oluşturma yetisini kaybeder ve nihayetinde de ölürdü.
Araştırma ekibi, benzer deneyleri fare hücreleri kullanarak da tekrarladı ve aynı sonuçlara ulaştı. Fare hücresinin uydu DNA’sına normal olarak tutunan HMGA1 proteini çıkartıldığında, hücrenin tekrar mikro-çekirdek oluşturduğu ve hayatta kalamadığı görüldü.
Hem meyve sineğinde hem de fare hücrelerinde elde edilen benzer sonuçlar neticesinde, araştırmacılar, uydu DNA’sının hücresel hayatta kalabilme mekanizması için gerekli olduğunu göstermiş oldular.
https://elifesciences.org/articles/34122
🔹 Science dergisinde yayınlanan çalışmada, erkek farelerde çalışmadığı zannedilen DNA bölgesinin eksik olması durumunda testisler yerine yumurtalıkların büyüdüğü gözlendi.
Memeliler cinsel organları gelişimlerinin erken önemli bir aşamasında SOX9 adı verilen bir proteine yeterince sahip olmazlarsa dişi olacaklardır.
SOX9, bu organların testis olmasına neden olur ve bu da embriyonun geri kalanını erkek olmaya yönlendirir.
(Enh13) adlı çalışmayan hurda DNA olduğu zannedilen DNA parçasının, testis gelişimini tetiklemek için doğru anda SOX9 protein üretimini artırdığını gösterdi.
Araştırmacılar, erkek farelerden Enh13 genini çıkardıklarında yumurtalıklar ve dişi cinsel organları geliştirdiğini gördüler.
https://www.crick.ac.uk/news/2018-06-14-non-coding-dna-changes-the-genitals-youre-born-with
🔹 Bir dizi farenin, Makorin1-p1 ismi verilen pseudogenlerinin, genetik olarak değiştirilmesi sonucu farelerde ölümcül mutasyonlar meydana geldi. Farelerin böbrek ve kemiklerinin anormal şekilde geliştiği gözlemlendi.
Pseudogendeki dizilimde meydana gelen bir değişimin farenin organlarını etkilemesinin açıklaması basitti: Bu pseudogen işlevsiz değil, gerekliydi.
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/12721631/
🔹 41çift kanser dokusu ve normal doku üzerinde yapılan çalışmalarda PPM1K psödogeninin azalmasının hepatoselüler kanserlerin oluşumunda etkili olduğu gösterilmiştir.
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3616710/
🔹 2012 yılında yapılan bir çalışmada; 13 farklı kanser tipi, 293 doku örneği ile çalışılmış ve kanser ile ilişkili 2.082 farklı psödogenlerin aktivitesi tespit edilmiştir.
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/22726445/#:~:text=Taken%20together%2C%20we%20provide%20evidence,the%20recently%20described%20ceRNA%20networks.
🔹 Uydu DNA (satelit DNA), oldukça basit ve çok kere tekrar eden baz dizilerinden oluşan bir DNA parçasıdır.
Genomun azımsanmayacak kadar büyük bir kısmını oluşturan bu uydu DNA’nın herhangi bir işlevinin olmadığı iddia ediliyordu.
Ancak bu satDNA’nın en az üç önemli biyolojik fonksiyonda yer aldığı gösterildi.
1- Sentromer fonksiyonu;
2- Kromatin susturma / heterokromatin oluşumu
3- Kromatin modülasyonu ve X’e bağlı genlerin global yukarı regülasyonu.
https://www.nature.com/articles/hdy201512#:~:text=’Satellite%20DNA%20transcripts%20have%20diverse%20biological%20roles%20in%20Drosophila’,-G%20C%20S%20Kuhn&text=It%20has%20been%20known%20for,repeated%20satellite%20DNAs%20(satDNAs).
🔹 Şimdiye kadar herhangi bir proteini kodlamadığı ve işlevsiz olduğu zannedilen birincil mikroRNA’lar ise (pri-miR’ler) mikroRNA’ları (miRNA’lar) üretirler.
Bu mikroRNA’lar bitkilerde ve hayvanlarda birçok farklı genin ifadesini düzenler.
Bu düzenleme gelişim ve çevresel streslere yanıtlar dahil olmak üzere çeşitli süreçlerde çok önemlidir.
https://www.nature.com/articles/nature14378
🔹 Princeton’da geliştirilen bir görüntüleme tekniğini kullanan araştırmacılar, bir zamanlar işe yaramaz olduğu düşünülen genetik materyalden elde edilen bir DNA parçasının bir hedef geni çalıştırdığı anı video görüntülemede yakaladılar.
https://www.princeton.edu/news/2018/07/23/imaging-living-cells-reveals-how-junk-dna-switches-gene
🔹 İnsandaki vtg psödogen dizisi de işlevsiz bir sahte gen kalıntısı değil, bir “genomik adres habercisi” (GAM) geninin beşinci intronundaki yani protein kodlamayan bölgesindeki işlevsel bir güçlendirici unsurdur. Bu özel GAM geni uzun RNA’lar üretir.
https://www.researchgate.net/publication/321342938_Challenging_the_BioLogos_Claim_that_a_Vitellogenin_Egg-Laying_Pseudogene_Exists_in_the_Human_Genome/
🔹 Oct4 geninin psödogenlerinden biri Oct4P’in aşırı ekspresyonuyla mezenşimal kök hücrelerindeki farklılaşmanın önlenmesine neden olur.
Yani protein üretimindeki aşırılıkla embriyodaki farklılaşmanın önüne geçer.
https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0006291X07001702
Bu kadar muazzam sayıda çokluk oluşturan varlıkların Allah tarafından lüzumsuz yere, boşu boşuna ve hatta yanlışlıkla (!) hiç bir faydaları olmadan hatta enerji israfı gibi zararları olarak gereksizce yaratılmış olmalarının, İslâm akidesiyle uyuşmadığı gerçeğini bir kenara koysak bile şu soru cevapsız kalır:
Minimum enerji prensibi ile yönetilen hücreler hiçbir fonksiyona sahip olmayan, işe yaramaz binlerce geni bir sonraki nesle aktarmak için neden bu kadar enerji harcıyor?
Bu durumda ya canlı organizmalardaki minimum enerji ilkesini reddetmemiz gerekecek veya bunların gerekli parçalar olduklarını ve aktarımlarında enerji harcamaya değdiklerini; bu yüzden enerji israfı yapmayan hücrelerin lüzumsuz yere bunları aktarmadıklarını kabul etmememiz gerekecek.
Nitekim son yıllarda giderek artan çalışmalarda senelerce herhangi bir görevinin olmadığı zannedilen psödogenlerin mRNA stabilitesinde ve gen ekspresyonunu düzenlenmesinde olduğu gibi çeşitli önemli görevlerinin olduğu gösterilmiştir.
Psödogenler işlevsel, belirli vazifeleri olan genler ise, bu durumda; NANOG psödogeninin insan ve şempanzede aynı şekilde bulunması da canlılar arasındaki benzer hatta aynı genlerin varlığı kadar normal bir hadise oluyor. Ve ortak atanın kanıtı olamıyor. Çünkü;
Ortak atalarında bulunmayan bir geni/özelliği birbirlerinden çok uzak canlılar oldukları hâlde aynı şekilde bulunduran, yani bu benzerlik ve aynılığo ortak atalarından devralmayan çok fazla canlı türü vardır.
Hatta aynı genlerinde aynı mutasyonları gösterdikleri hâlde bu mutasyonları ortak atalarından gelmeyen canlı örnekleri çoktur. Mesela; yunus ve yarasalar evrimcilerin kabul ettiği ortak atalarında bulunmayan ekolokasyon özelliğine dair aynı genlerde aynı mutasyonları gösterirler.
Oysa bu aynı yerdeki aynı değişim ortak atalarının delili değildir, evrimciler de bunun atadan aktarılarak değil birbirlerinden bağımsız olarak tamamen doğal kuvvetlerin rastgele tesiriyle meydana geldiğini söyleyerek bunu ortak ata delili olarak sunmazlar.
Çünkü sunsalar evrimin soy ağacı modeline aykırı olacak, o atada bu özellik varsa o atadan bı özelliğin neden neslin tamamına aktarılmadığını açıklayamazlar.
2010 yılında, Queen Mary University of London’da evrimsel biyolog olan Stephen Rossiter ve arkadaşları, yarasa ve yunuslarda, ekolokasyon yani ses yankısı ile yön bulma işlevi için prestin adı verilen aynı proteinin oluşumunda aynı mutasyonların görüldüğünü belirlediler.
Evrimin soy ağacına göre, yarasaların ve yunusların ortak ataları yankıyla yön bulma özelliğine sahip değildi.
Yani, ekolokasyon özelliği ortak atadan değil soydan bağımsız olarak ayrı ayrı meydana gelmiştir.
Yunuslar ve yarasaların prestin proteininde en az 14 amino asit bölgesinde aynı değişimlerle ortak mutasyonlar görülmüştür.
Yarasa ve yunus genomlarının yaklaşık 200 bölgesinde birbirlerine paralel olarak aynı değişimlerin görüldüğünün kanıtlarını da buldular.
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0960982209020739
Araştırmayı yapan ekibin başındaki Joe Parker’ın şu sözleri birbirinden bu kadar uzak türlerin genlerinde aynı değişikliklerin görülmesinin evrim için ne kadar sıradışı ve beklenmedik olduğunu gözler önüne seriyor:
“Belki bir düzine kadar gende aynı değişiklikleri bulmayı bekliyorduk, ancak yaklaşık 200 geni görmek inanılmaz. Doğal seçilimin evrim üzerinde güçlü bir itici gücü olduğunu biliyoruz, ancak tamamen alakasız hayvanların genetik dizilerinde neredeyse aynı sonuçları ürettiği pek çok örneği tanımlamak şaşırtıcı.”
https://www.calacademy.org/explore-science/convergent-evolution-in-the-genes
Enis Doko farklı türlerde aynı yerlerde görülen yanlış kopyaların trilyonda bir ihtimal olduğunu, bu yüzden kesinlikle ortak atanın delili olduğunu söylüyor.
Oysa birbirine çok uzak iki türde yani yarasa ve yunusta aynı proteini kodlayan aynı genlerde aynı mutasyonlar görülmüştür, ama bunların ortak atadan aktarılmadığını evrimciler bile kabul etmektedir.
Evrimciler NANOG genindeki kopyalamaları yanlışlıkla yapılan hatalar sonucu rastgele meydana gelen değişimler olarak gördükleri için bunların farklı türlerde aynı yerlerde görülmelerini ihtimal dışı görüyorlar. Bu yüzden ortak atadan gelmek dışında bir açıklamasının olmadığını iddia ediyor.
Oysa verdiğimiz örnekte de farklı türlerde evrimcilerin iddiasına göre rastgele mutasyonlar görülmüştür, onun mantığına göre bu rastgele mutasyonların da farklı canlılarda aynı yere denk gelmesi de imkansız olmalıydı..
Oysa onun imkansız gördüğü bu tarz örnekler doğada çoktur ve ortak atadan aktarılmaksızın birbirlerinden bağımsız olaya aynı değişimleri göstermişlerdir.
Evrimciler, inkar edemeyecekleri kadar çok görüldüğü için bu örneklere bi isim kılıfı da bularak “yakınsak evrim” derler.
Bahsettiğimiz çalışmayı yürüten araştırmacılar yakınsak evrimin genlerdeki aynı mutasyonlar düzeyinde çok fazla örneklerinin olduğunu söylüyorlar.
Ortak atalarında gözükmeyen değişimlerin alakasız canlılarda aynı şekilde görülmesini de doğa kuvvetlerinin, çevre şartlarının tesiriyle yani doğal seçilimle türlerde meydana geldiğini ileri sürer ve bunları ortak ata ile açıklamaya çalışmazlar.
Ortak atalarında bu özelliklerin olduğunu kabul etmeleri durumda evrimin soy ağacı modelini çürütmüş olacaklar çünkü.
İşte Enis Doko gibilerinin çelişkisi tam da burada:
Madem doğal etkenlerin tesiriyle farklı canlılarda aynı değişimler aynı genlerde görülebiliyor ve bu ortak atadan aktarılmaksızın gerçekleşebiliyor; o hâlde şempanze ve insanda aynı yerlerde görülen NANOG kopyaları neden ortak ata olmaksızın gerçekleşemesin?
Neden aynı yerlerde aynı genler işlev görüyor olamasın? Doğada aynı işlevi gören aynı genlere ortak atadan aktarılmaksızın sahip olan farklı canlı örnekleri çokken üstelik..
Mesela;
California-Davis Üniversitesi’ndeki bitki biyologları, Arabidopsis bitkisinin geni ile insan geni arasında başarılı bir şekilde takas edilebilecek kadar aynı olduğunu keşfetti.
Arabidopsis geni ile insandaki karşılığı değiştirildiğinde, insan hücreleri doğru şekilde çalıştı. İnsandaki versiyonunun kopyaları ise Arabidopsis hücrelerinde başarılı bir şekilde çalıştı.
Ortak ata temeline dayanan evrimin filogenetik ağacı modeli ile uyuşmayan bir durum bu. Çünkü bu gen insan ile bitki soylarının kesiştiği en yakın ortak atada bulunamaz.
Bulunsa idi o ortak atadan gelen hayvanlarda da bulunması gerekirdi. Oysa hayvanlarda böyle bi eşlenik gen olmadığı hâlde çok çok uzaktaki dalda yer alan bir bitkide bulunuyor.
Demek ki; aynı işleve sahip aynı genlerin uzak ve alakasız türlerde bile ortak atadan aktarılmaksızın bulunması da mümkün ve örnekleri var.
Farklı türlerde aynı genlerde aynı mutasyonların ortak atadan aktarılmaksızın bulunması da mümkün ve yine bahsettiğimiz gibi örnekleri var.
https://answersingenesis.org/genetics/dnasimilarities/geneticconnectionswithchimpanzees/
Farklı canlılarda aynı genlerin görülmesinin ortak ataya delil olamayacağına bi başka örnek:
Bejerano ve arkadaşları, insan genomunu fareler, sıçanlar ve tavuklarınkilerle karşılaştırdıklarında başlangıçta ultra korunmuş elementleri fark ettiler ve türler arasında inanılmaz derecede benzer olan 481 DNA uzantısı buldular.
Oysa bu hayvanların yakın bir ortak ataları yok ve bu 481 DNA uzantısı ortak bir atadan gelmiyor, çünkü aynı ortak atadan gelen ve birbirlerine çok yakın olan canlılarda görülmüyor.
Bu onlar için şaşırtıcıydı, çünkü DNA’nın nesilden nesile mutasyona uğramasıyla bu hayvan soylarının 200 milyon yıla kadar bağımsız olarak evrim geçirdiklerini düşündükleri için bu derece inanılmaz bir benzerliği bu kadar uzak canlılar arasında görmeyi beklemiyorlardı.
Oysa bu bütün canlıların bilinçli bir tasarım harikası olarak yaratıldığına inanan bizler için hiç de şaşırtıcı değil; aynı fabrikadan çıkan ürünlerin aynı parçalar içermesi kadar gayet olağan bi durum.
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0092867417314976
Evrimciler tek bir ortak atadan geldiğimizi, bu ortak atadan milyonlarca hatta milyarlarca yıllık değişimler sonrası zaman içinde yavaş yavaş ayrıldığımızı iddia ederler.
Tek ortak atayı bir ağacın tohumuna benzetirsek bu ağacın ayrılan her bir dalı ayrılan yeni bir türü temsil eder.
Buna filogenetik/kabile ağacı veya evrim ağacı denilir.
Bu ağaç modeline göre birbirine en yakın dalların en çok benzer, en uzak dalların ise en az benzer türler olması beklenir.
Örneğin şempanze ile insan türü birbirine en yakın dallardan sayılır. Teşbihte hata olmasın; şempanze bizim kardeşimizse goriller kuzenimiz oluyor.
Yani bu filogenetik ağaca göre goriller bize şempanzeden daha uzak bi dalda oldukları için şempanze ile aramızdaki benzerliğin, goril ile aramızdaki benzerlikten daha fazla olması gerekir.
Çünkü kardeşlerin genetik benzerliği amcaoğulları arasındaki genetik benzerlikten daha fazladır.
Peki öyle mi? Yani kardeşimiz kadar yakın kabul edilen şempanzeler amcaoğlumuz kadar uzağımızda olan gorillerden daha mı benzer bize genetik açıdan?
Elbette ki buna evet diyemiyoruz. Çünkü gorillerle göz ardı edilemeyecek kadar fazla DNA sekanslarında genetik benzerliğimiz şempanzelerle olan genetik benzerliğimizden çok daha fazladır ve bu da evrim ağacı modelinin yalnızca hayali ve kurgusal bir dayatma olduğunun yüzlerce delilinden sadece birisidir.
Çünkü daha uzak dallarla daha fazla benzerlik gibi bir çelişki içeren sekansların çokluğu tutarlı bir primat evrimi modeline ulaşılamayacağını gösteriyor.
Evrimin filogenetik ağaç iddiası daha uzak akrabamız kabul edilen goril genomunun 3’te 1’i gibi büyük bir bölümünün; daha yakın akrabamız kabul edilen şempanzelerden daha benzer oluşu ile çelişir.
Uzak dal bize daha az benzer olmalıdır evrimci iddiaya göre. Çünkü; uzak daldaki canlılarla ortak atamızdan çok çok daha eski zamanlarda ayrıldığımız için, daha fazla genetik değişime uğramış, yani daha fazla mutasyona uğramış olmamız gerekir.
https://www.icr.org/article/6723/
Benzeri başka örneklerden sadece birkaçı:
İnsandaki Sitokrom-C proteini bir atınkinden 14 amino asit farklıyken, bir kangurununkinden yalnızca 8 amino asit farklıdır.
Burada kangurunun dizilimi insana daha benzerlik göstermiştir, oysa evrimin filogenetik ağacına göre at daha yakın olduğu için daha benzer olmalıydı.
Yine Sitokrom-C dizilimi incelendiğinde, kaplumbağaların insanlara çıngıraklı yılanlardan daha yakın olduğu görülür. Oysa evrim ağacına göre daha uzak olmalıydı.
Benzer durum hemoglobinde de görülmüştür. Bu proteinin insandaki dizilimi lemurunkinden 20 amino asit farklı iken, domuzdakinden yalnızca 14 amino asit farklıdır. (1)
Domuzun bu yakınlığı da yine filogenetik ağaca ters düşer.
Cambridge’ten Adrian Friday ve Martin Bishop ellerindeki “tetrapodların protein dizilimi” verilerini analiz etmişlerdir.
Evrimin öngörüsü ile çelişecek şekilde, insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsah çıkmıştır. Bu da evrimin filogenetik ağacına aykırıdır. (2)
South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:
Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metot olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum. (3)
Schwabe’nin relaxinler üzerinde yaptığı çalışmalar oldukça ilginç sonuçlar ortaya koymuştur:
Yakın akraba olduğu bildirilen türlerin relaxinleri arasındaki yüksek değişkenlik göstermiştir.
Bununla birlikte, domuzun ve balinanın relaxinleri bütünüyle aynıdır.
Buna rağmen insülin, insanı şempanzeden daha çok domuza yakın kılmaktadır.(4)
Bu da evrimin filogenetik ağacına aykırıdır.
Relaxin ve insülin aileleri, moleküler evrimin klasik “tek ağaçtan evrimleşme” yorumu karşısındaki yegane istisnalar değildir. Anormal protein benzerliği örneklerindeki anormallikler, görünürde açıklaması ancak hayal gücüyle sınırlandırılabilecek bir sayıyı kaplamaktadır.(5)
İkinci olarak bu benzerlik oranları verileri yorumlayan bilim insanlarının yorumlarına ya da bilgisayara komutlanan algoritmaya bağlı olarak değişir.
Eğer farklılıkların bir kısmını hesaba katmazsanız, benzerlik oranı elbette yüksek çıkar. Oysa benzerliğin ne oranda olduğunu belirlemeniz için bütün benzerlik ve farklılıkları hesaba katmanız gerekmez mi?
Sepetteki sağlam elmaların çürüklere oranını soran birisine, sepetteki bütün çürük elmaları değil de sadece bazılarını sayarak cevap verirsek elbette sağlam elma oranı daha yüksek çıkar.
Çünkü biz çürüklerin hepsini hesaba katmadık.
Evrimciler de şempanze insan DNA’sının %99’unun aynı olduğunu iddia ediyorlardı.
Ancak son çalışmalar bu benzerliği yaklaşık %95 olarak gösterdi ve hatta bu oranın %86’lere kadar düştüğünü gösteren çalışmalar var.
Peki nasıl oluyor da bilimsel bir çalışmada bu oran %99 olurken bi başka bilimsel çalışmada %86 olabiliyor?
Çünkü benzerliğin %99 olduğunu söyleyen çalışmada DNA farklılıklarından sadece SNP’leri (single nucleotide polymorphism) hesaba katmışlar ancak indel farklılıklarını ve diğer farklılıkları hesaba katmamışlardı.
Hesaba kattıkları SNP’ler tek bir DNA biriminde meydana gelen değişimler olduğu hâlde, hesaba katmadıkları indeller birden fazla birimde meydana gelen ekleme-çıkarma değişiklikleridir.
İndeller genelde 1-4 kadar birim içerdikleri hâlde 1000’den fazla birim içeren indeller de vardır.
Yani tek birimlik farklılıkları hesaba katıp öp birimlik farklılıkları görmezden geldiler.
Eğer tekli farklılıkları hesaba katar, ama çoklu farklılıkları hesaba katmazsanız elbette farklılık oranını az gösterirsiniz. Çünkü çoklu farklılıkları da hesaba katarsanız farklılık oranı artacak.
Tekli farklılık olan SNP’leri sayıp, çoklu farklılık olan indelleri saymadıkları için yaklaşık 140 milyon farklılığı görmezden geldi evrimciler. Bunun sonucunda sanki farklılık çok azmış,benzerlik çok yüksekmiş gibi gösterildi.
Hesaba katılmayan farklılıklar sadece indeller değil:
Şempanze DNA’sı miktarı, insanlarda olduğundan% 12 daha fazladır, ama konu insan-şempanze benzerliği olduğunda bundan hiç bahsedilmez.
Ayrıca insan ve şempanzelerde Y kromozomu DNA’ları arasındaki benzerlik %60 küsürlerdedir. %30’dan fazla farklılık görülür. Bu da farklılık hesabına dahil edilmemiştir.
https://www.sciencemag.org/news/2010/01/y-chromosome-evolving-rapidly
Ebersberger’in raporu gibi genomun önemli bir bölümününün maskelenip çıkarıldığı, homolog yani benzer bölgelerin önceden seçildiği ve dizi boşluklarının çıkarılarak benzerliklerin bırakıldığı yüksek oranda filtrelenmiş verileri kullanmaları da dikkat çekicidir.
Bu nedenle, veriler dikkatli bir şekilde seçilerek hazırlanır ve optimum yani evrimin iddiası açısından en uygun; evrim lehine DNA dizileriyle seçilir ve benzerlik oranı böylece maximum çıkarılmaya çalışılır.
Tüm bunlara rağmen; sonucu evrimsel iddiaya daha elverişli kılacak tüm veri manipülasyonlarına rağmen, her zaman ortaya çıkan resim evrimin filogenetik ağacı ile çelişen mozaik DNA görüntüsü verir.
Yani uzak akraba ile daha az benzerlik olması gerektiği şeklindeki evrimsel tahminleri utandıracak sonuçları her zaman içinde barındırır.
https://www.icr.org/article/6723/
Şempanze genomunun geniş bölgelerini insanla karşılaştıran ilk yayınlardan biri, 2002’de bir Fortran bilgisayar programı kullanan Britten’in laboratuvarıydı. Çalışma, insana homolog yani benzer olduğu önceden bilinen ve tamamen dizilenmiş beş büyük DNA parçasına (BAC klonları) dayanıyordu.
Bu 5 DNA dizisinin toplam uzunluğu 846,016 bazdı, ancak bunun yalnızca 779,132 bazı hizalanmış ve rapor edilmişti.
Hizalama % 95 insan-şempanze benzerliği gösterdi.
Ama 5 DNA parçasının tüm dizisi dahil edilmemişti. Hepsi dahil edildiğinde, % 87’lik benzerlik elde edildi.
Görüldüğü gibi benzerlik kıyası için DNA’nın homolog yani benzer bölgeleri seçildiği ve o bölgelerin de tamamı da hesaba katılmadığı için benzerlik oranı %96 çıkmıştır.
(BAC= bacterial artificial chromosome)
DNA dizileri dizileri önceden seçmeden ve verileri filtrelemeden daha nesnel bir şekilde karşılaştırıldığında, şempanze ve insan genomları yalnızca yaklaşık % 80'lerde benzer çıktığı çalışmalar da vardır.
Demek ki verileri filtreler ve dizileri önceden seçerseniz elbette yüksek benzerlik oranları çıkar.
https://www.researchgate.net/publication/321342919_Analysis_of_101_Chimpanzee_Trace_Read_Data_Sets_Assessment_of_Their_Overall_Similarity_to_Human_and_Possible_Contamination_With_Human_DNA/
Bununla birlikte; bu %96 gibi benzerlik oranları DNA’nın proteinleri kodlayan kısımlarına aittir.
Evrimcilerin işlevsiz olduklarını iddia ettikleri; “hurda DNA” denilen büyük miktardaki DNA kısımları ise görmezden gelinir ve hesaba katılmaz.
Y kromozomunda görüldüğü gibi “hurda DNA” içinde de insan ve şempanze arasında büyük farklar olabilir, ancak bu göz ardı edilerek benzerlik oranları konuşuluyor.
https://answersingenesis.org/genetics/dna-similarities/if-human-and-chimp-dna-are-so-similar-why-differences/
BLASTN v 2.2.25+ ve nucmer ile yapılan analizler, mevcut şempanze genom topluluğunun hizalanabilir kısımlarının ortalama olarak insana %88 benzer olduğunu göstermektedir.
https://answersingenesis.org/genetics/dna-similarities/blastn-algorithm-anomaly/
Bu örnekler, bilimsel araştırmaların sonuçlarının, çalışmanın nasıl yapıldığına, hangi kriterlerin hesaba katıldığına bağlı olarak farklı çıkabileceğini göstermektedir.
Bir biyokimyager olan Dr. Fazale Rana insan-şempanze arasındaki %96 benzerliği şu sözlerle ifade ediyor:
“Burada gördüğümüz şey, bilimsel bir oyun… Araştırmacılar insan ve şempanze arasında daha çok benzerlik göstermek için sonuçları manipüle ediyorlar… Bilim adamları tüm genetik farklılık tiplerini hesaba katacak olsalar benzerlik oranı %96’dan %85’e düşecek.”
Kathleen Campbell, “Leading Biochemist Says Chimp Genome Project is Seriously Flawed”, 2 September 2005.
Tüm bunlarla beraber %86 veya 95 benzerlik demek, şempanzenin %95 insan olduğu anlamına gelmez. Veya şempanzenin o %5’lik fark olmasa insan olacağı anlamına gelmez.
Nematod solucanları ile insanlar arasında da genetik benzerlik %75’tir.
Bu; insanın solucandan sadece %25 farklı olduğunu mu kanıtlıyor?
Ya da %50 benzerlik oranıyla DNA’mızın yarısını muzla paylaşıyor olmamız, “yarım muz” olduğumuz anlamına mı geliyor?
Ya da meyve sineğiyle, DNA’mızın yaklaşık %60’ını paylaşıyoruz. Bu bizim %60 kadar sinek olduğumuz anlamına gelmez.
Bunun gibi binlerce örnek var:
Meşe palamudu solucanıyla DNA’mızın %70’ini paylaşıyoruz.
Mutfaklarımızda kullandığımız mayalarla bile DNA benzerliğimiz de %26 kadar.
Tavuk genleri bizimkine %60 benzer.
İnsan DNA’sının küçük canlılar olan platypus ile yaklaşık yüzde 69 paylaşılıyor.
Genetik kodumuzun yaklaşık yüzde 73’ünü zebra balığı ile paylaşıyoruz .
Fare genlerinin yüzde 75’i insanlarda eşdeğerleri vardır.
Bütün bunlar evrimin filogenetik ağaç modeline de aykırı duruyor. Çünkü bu modele göre en uzaktaki dallar arasındaki benzerlik en az olmalıdır.
Oysa en uzağımızda olanlardan solucanla bile aramızdaki fark %25 gibi beklenenden çok çok çok az bir fark. Oysa evrim ağacı modeli doğru olsaydı; bu kadar uzağımızda olan bu canlılarla benzerliğimizin çok çok düşük olması gerekirdi.
Kaba bi kıyas yapalım: 5 milyon yıl önce ayrıldığımız şempanzelerle aramızda sadece %4’lük bir fark girdiyse (ki daha fazla) 500 milyon yıl önce ayrıldığımız solucanlarla aramıza sadece %25 fark girmesi kapatılamaz bi orantısızlık boşluğu.
100 kat daha fazla geçmiş ama sadece 6 kat fark girmiş?
100 kat zaman farkına 100 kat değişim farkı olmalıydı gibi saçma bi lineer orantı kurulamaz elbette. Ama 100 kat daha uzun zaman diliminde sadece 6 kat fark girmesinin normal ve beklenen olduğuna inanmak daha da saçmadır.
Dahası bilim adamları, insanla meşe palamudu solucanları arasında omurgalılarla aramızda olduğundan daha fazla genetik benzerlik buldular.
Oysa evrimin filogenetik ağacına göre omurgalılar bize daha yakın bir daldadır ve doğal olarak bize daha çok benzer olmalıydılar.
Daha uzak dal ile aramızda daha az benzerlik olması gerekirken daha fazla benzerlik olması, evrimin filogenetik ağacının yanlış bir kurgu olduğunu bi kez daha gösteriyor.
http://www.oist.jp/news-center/press-releases/our-closest-wormy-cousins
Ayrıca bütün canlılarda DNA vardır ve sadece 4 genetik harfin dizilmesiyle oluşan DNA’larımızın benzer olması kadar doğal bi sonuç olamaz.
29 harflik Türkçe alfabe ile yazılan kitaplarda bile harflerin aynı ardışık sırayla gelmesinin binlerce örneği bulunurken sadece 4 harften meydana gelen DNA dizilerinin benzer olması hatta aynı olması kadar doğal ne olabilir?
Tüm canlılar tek bir evrende, tek bir dünyada, tek bir atmosferde yaşıyoruz.
Hepimizin beslenmeleri ortak; yani bütün besin maddeleri protein, karbonhidrat, yağ gibi temel moleküllerden oluşuyor.
Aynı havayı soluyoruz. Hepimizin içtiği su H2O.
O hâlde aynı işlevleri yerine getiren organların aynı genetik bilgiyle kodlanmasının neresi şaşırtıcı ki buradan zorlama bi ortak ata senaryosu türetmeye çalışıyoruz?
🔹 🔹 🔹
1- Pierre Paul Grasse, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 194.
2- Mike Benton, “Is a Dog More Like Lizard or a Chicken?” New Scientist, cilt 103, 16 Ağustos 1984, s. 19.
3- Christian Schwabe, “On the Validity of Molecular Evolution”, Trends in Biochemical Sciences, cilt 11, Temmuz 1986.
4- Christian Schwabe, “Theoretical Limitations of Molecular Phylogenetics and the Evolution of Relaxins”, Comparative Biochemical Physiology, cilt 107 B, 1974, s. 171-172.
5- Christian Schwabe, “On the Validity of Molecular Evolution”, Trends in Biochemical Sciences, cilt 11, Temmuz 1986.
6- Christian Schwabe ve Gregory W. Warr, “A Polyphyletic View of Evolution”, Perspectives in Biology and Medicine, cilt 27, İlkbahar 1984, s. 473.
Yorumlar
Yorum Gönder